Diktatör kelimesi ülkemizde son yıllarda oldukça duymaktayız. Diktatör dediğimizde siyasi olarak bütün güçleri elinde tutan, karşıt görüşlerin konuşmasını, eleştirmesini ve propaganda yapmasını sonuna kadar kısıtlamayı ve engellemeyi kendine görev olarak gören bir yönetim biçimidir.
Peki diktatörlük sadece hükümetlerde mi var?
Bugün ülkemiz sözde demokrasi ile yönetiliyor. Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün kurup bizlere bıraktığı demokrasi böyle miydi? 600 yıl padişah kulu olmuş bir milletin elinden tutup, kendi kendisinin efendisi olması için yapmıştı bütün mücadelesini. Çokta başarılı olmuştur ATATÜRK’ ün kuruduğu cumhuriyet ilk yıllarında, ne yazık ki Atam’ ın bedeni cepheden cepheye savaştan savaşa koşmaktan yorulmuş daha fazla dayanamamıştı. Cumhuriyetin 15. Yılında aramızdan ayrılmıştı. Ama Cumhuriyetin temellini öyle sağlam atmış ki yıllardır alenen yapılan saldırılar onu yıpratsa da yıkmaya yetmemiştir. Samsun’dan başlayarak, Amasya, Erzurum, Sivas’ta halk buluşmaları yapmış ve İzmir İktisat Kongresi ile geleceği planlamışlardır.
Gelelim günümüz siyasi partilerine bana göre şuan hiçbir partinin diğer partiden farkı yoktur. Her parti kendi sessiz çoğunluğunu yaratmış, ortak düşünme ortadan kalkmış tek merkeziyetçi bir hal almıştır. Cumhuriyet değer ve ilkelerinden uzaklaşılmış, parti için adam adamcılığı ortaya çıkmıştır. Parti içinde ne kadar çok adama sahipsen o kadar söz ve yönetim hakkına sahip oluyor, o kadar mevki ve makamı ele geçiriyorsun. Böyle olunca da kimse memleket, ilke, dava gibi kavramları değil cebimi nasıl doldururum pozisyonuna hızlı bir geçiş yapılıyor. Ne zaman ki delegeler ilçe başkanının adamı, ilçe başkanları il başkanlarının adamı, il başkanları milletvekillerinin adamı, milletvekilleri genel başkanın adamı olmaktan vazgeçip her kararı üyelerine sorarak karar verirse, bilinçli bir taban, akılcı bir particilik ve bilime dayalı projeler ortaya çıkar.
İzninizle ben bu siyasi akıl hakkındaki kanaatimi o büyük insanın çok iyi bilinen ve geniş bir kitle tarafından kabul gören çok güzel ve çarpıcı bir sözüyle bitirmek istiyorum: Der ki, “Hayatta en hakiki tarikat medeniyet tarikatı, en hakiki mürşit ilimdir!” Neresinden bakarsanız bakınız esas söz budur. Çünkü burada kastedilen “Medeniyet Tarikatı” ifadesi zamanın ve çağın koşullarına göre her yönüyle insanların ve toplumların değişmesini ve gelişmesini ön gören bir medeniyet anlayışıdır. Bu da ancak Akıl ve Bilimle mümkün olur. Zira akıl ve bilimin kendi dinamizminde saklı bulunan devasa bir güçle devamlı arayarak ve araştırarak gelişmeyi ve çağdaşlaşmayı ön gören bir yapıya sahiptir. Onun için akıl ve bilim, sadece kulağa inanan ve o nedenle kişileri ve toplumları yanılgılara ve yanlışlara götürebilen teolojik anlayışın aksine hem kulağına ve hem de gözüne inanır. Ama kulağından çok gözüne inanır. Yani sağlamcıdır. Çünkü göz kulağa nazaran asla yanılmaz ve bir yanlışa düşmez. İşte gerçek bilim budur. Bu bağlamda dikkat ederseniz mahkemelerde yargıçlar vicdanen rahat edebilmek ve rahat bir uyku uyuyabilmek için kulağı ile duyduklarını bir de gözleriyle görmek isterler. Yani delil onlar için vazgeçilmez bir gerekçedir. İşte akıl ve bilim de aynen bunun gibidir. Onun için Atatürk göğsünü gere gere, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,” demiştir.