Suriye’de İran ve İsrail destekli gruplar, yeni bir iç karışıklık yaratma çabası içinde olsa da, İran’ı asıl tehdit eden unsur, kendi sınırları içinde filizlenen bir dinamik olabilir. Uzun süredir siyasi analizlerde ve kapalı kapılar ardında konuşulan bir senaryo—İran’daki Türk nüfusun potansiyel bir ayaklanması—artık soyut bir ihtimal olmaktan çıkıp somut ve değerlendirilebilir bir olasılık olarak şekilleniyor. Toplumsal huzursuzluk, sessiz ama istikrarlı bir şekilde büyüyerek bölgesel bir istikrarsızlığın öncü işareti haline geliyor. Bu noktada temel soru şudur: Bu hareket, organik bir şekilde tabandan mı yükseliyor, yoksa Amerika ve İsrail gibi aktörlerin perde arkasındaki stratejik yönlendirmeleriyle mi şekilleniyor? Doğrudan bir askeri müdahale, bu iki güç için hem yüksek riskler taşıyacağından hem de maliyet açısından sürdürülemez olduğundan, İran’ın etnik ve toplumsal fay hatlarını hedef alarak iç istikrarsızlığı körüklemek, geçmişte sıkça başvurulan bir yöntem olarak öne çıkıyor. Özellikle Türk nüfusun yoğunlukta olduğu bölgelerde gözlemlenen hareketlilik, bu stratejik planın ilk somut adımı olarak yorumlanmaktadır.

İran’ın etnik yapısı, tarih boyunca hem bir zenginlik kaynağı hem de potansiyel bir istikrarsızlık unsuru olarak Tahran’ın karşısında durmuştur. Türkler, Kürtler, Araplar ve Farslardan oluşan bu çeşitlilik, rejim için birleştirici bir unsur olmaktan çok, kırılgan bir zemin teşkil etmektedir. Türk nüfusunun organize bir şekilde ayaklanması halinde, ABD ve İsrail’in bu durumu kendi jeopolitik çıkarları doğrultusunda değerlendireceği açıktır. İran’ı zayıflatmak, Batı’nın Ortadoğu’daki uzun vadeli stratejik planlarının merkezinde yer almaktadır.

Türk nüfusun yoğun olduğu bölgelerde başlatılabilecek bir huzursuzluk, domino etkisiyle diğer etnik grupları da harekete geçirebilir. Örneğin, İran’daki Arap kökenli Şiiler şu an için Tahran’a geleneksel bir bağlılık gösterse de, iç dengelerin bozulması ve ülke genelinde kontrolün zayıflaması durumunda bu tarafsızlık sürdürülebilir olmaktan çıkabilir. Benzer şekilde, Kürt bölgelerinde de hareketlenme potansiyeli yüksektir; daha önce İran’a yönelik saldırılar düzenlemiş olan PJAK, yeniden aktif hale getirilebilir. Ayrıca, güneydeki Sünni Beluciler arasında da huzursuzluk artabilir; bu grup, İran rejimine karşı uzun süredir bastırılmış öfkelerini dış destekle eyleme dökebilir. Bu noktada, ABD’nin YPG/PYD’ye verdiği destek de kritik bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Her ne kadar YPG, Suriye’de IŞİD bahanesiyle Amerika’nın vekil unsuru olarak konumlandırılmış olsa da, asıl stratejik işlevi İran’a karşı PJAK’a destek vermek olacaktır. Washington’un Kürt kartını bölgesel bir mesele olmanın ötesine taşıyarak İran’ı çevreleyen geniş çaplı bir stratejiye entegre etmesi, bu sürecin önemli bir parçasıdır. Bu çok katmanlı baskı mekanizması, İran rejimi için giderek daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır. İran için artık başka devletlerde etnik ve dini iç karışıklık çıkarma dönemi sonuna gelmiştir; aksi takdirde, kendi içinde bunu tetikleyecek pek çok unsur halihazırda mevcuttur.

İran, bölgedeki etkisini uzun yıllar boyunca Suriye’deki askeri varlığı, Lübnan’daki Hizbullah ve Yemen’deki Husiler aracılığıyla sürdürmüş olsa da, bu nüfuz alanları giderek zayıflamıştır. Bir zamanlar “ahtapotun kolları” olarak görülen bu uzantılar, birer birer kesilmiş ve işlevsiz hale getirilmiştir. Tahran, bu kayıpların yarattığı baskıyla hem savunmasız hem de tehlikeli bir aktöre dönüşmüştür. Hatta başkentin Tahran’dan başka bir bölgeye taşınmasına yönelik senaryoların gündeme gelmesi, rejimin hem stratejik bir geri çekilme planı yaptığına hem de olası bir direnişe hazırlandığına işaret ediyor. Yetkililer, Tahran’daki ekolojik baskıları hafifletmek ve Makran’da denize dayalı bir ekonomi geliştirmek için iki konsey kurulduğunu duyurdu. Ancak bu resmi söylemin ötesinde, asıl nedenin yaklaşan iç karışıklık olabileceği yorumları gündemde. Olası bir toplumsal ayaklanma ve etnik hareketlenme senaryosuna karşı rejimin stratejik bir hazırlık yaptığı, başkenti daha güvenli ve kontrol edilebilir bir bölgeye kaydırmayı amaçladığı değerlendiriliyor.

İran’ın Suriye’deki hamleleri, içinde bulunduğu stratejik sıkışmışlığın ve bölgesel nüfuzunu koruma çabasının bariz bir tezahürüdür. YPG/PYD’ye sağladığı destek, yalnızca taktiksel bir ittifaktan ibaret değil; Tahran, bu yapıyı kullanarak Suriye’de iç savaşı yeniden alevlendirmeyi ve Esad sonrası dönemde ortaya çıkan kaotik belirsizlik ortamını derinleştirmeyi hedeflemektedir. Başlıca amacı ise, zaman kazanmak ve rejim karşıtı güçlerin konsolidasyonunu engellemektir. Esad rejiminin çöküşüyle birlikte, Nusayri kökenli askerlerin toplumun geneline dağılması, İran için hem bir fırsat hem de bir meydan okuma sunuyor. Tahran, bu grubu ideolojik ve askeri açıdan yeniden mobilize ederek Suriye’deki vekalet ağını güçlendirmeyi planlıyor. Nitekim, geçmişte Hizbullah gibi yapılar üzerinden yaptıkları, bu tür bir stratejinin yabancısı olmadığını göstermektedir. Ancak, Suriye’deki karmaşık düğümün çözümü, YPG’nin bölgedeki varlığına bağlı görünüyor.

Bu noktada, İran’ın stratejisi Türkiye ile ilişkilerinde de kritik bir dönüm noktasına işaret ediyor. İran yıllarca dolaylı yollarla PKK’yı besleyen bir pozisyon almıştır. İran İstihbarat Servisi’nin (MOIS) geçmişte Kürt ayrılıkçı gruplarla pragmatik ittifaklar kurduğu biliniyor; bu, Tahran’ın Türkiye’nin güvenlik hassasiyetlerini göz ardı ederek kısa vadeli kazanımlar peşinde koştuğunu düşündürüyor. Mevcut konjonktür, İran için adeta “köprüden önceki son çıkış” niteliğinde: Bölgedeki dengeler hızla değişirken, PYD/YPG kartını oynamaya devam etmesi, Türkiye’yi daha sert ve proaktif adımlar atmaya zorlayabilir. Örneğin, Ankara’nın Irak ve Suriye’deki sınır ötesi operasyonlarını yoğunlaştırması ya da İran destekli milis gruplarına karşı diplomatik baskıyı artırması olası senaryolar arasında. Eğer Tahran, Türkiye’nin kırmızı çizgilerini görmezden gelmeyi sürdürürse, bu tutum uzun vadede iki ülke arasındaki ilişkilerde derin ve onarılamaz bir kırılmaya yol açabilir. Zira İran’ın Suriye’deki hamleleri, sadece Tahran’ın değil, Ankara’nın da stratejik hesaplarını şekillendirecek bir satranç tahtası oluşturuyor. Bu oyunda, İran’ın yanlış bir hamlesi, yalnızca kendisini değil, tüm bölgeyi daha büyük bir çatışmanın eşiğine sürükleyebilir.

ran’da yaşanan gelişmeler, yalnızca Tahran’ın değil, tüm bölgenin geleceğini şekillendirecek kritik bir dönüm noktası niteliğindedir. İran’a yönelik bir iç karışıklık tetikleme stratejisi izlendiği bu süreçte, Türkiye’nin temkinli, öngörülü ve dengeli bir pozisyon benimsemesi büyük önem taşımaktadır. Aksi halde, bölgede yükselen bu fırtına Türkiye’yi de etkisi altına alabilir. Tam bu bağlamda, PKK’nın Türkiye’de kendini feshettiğini duyurması, beklenmedik bir gelişme olarak gündeme gelmiştir. Ankara açısından bu durum, önemli bir fırsat sunmaktadır: Ülke içinde yaşayan halkların sorunlarını demokratik ve adil yöntemlerle çözme imkânı. Etnik köken, din, dil ayrımı gözetmeksizin tüm bireylere eşit haklar tanınması, yalnızca iç barışı güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda dış kaynaklı dalgalanmalara karşı daha sağlam bir direnç sağlar. Jeopolitik rekabetin sonuçları henüz netlik kazanmamışken, Ankara’nın hem bölgesel dinamikleri yakından izlemesi hem de iç politikada kapsayıcı ve hakkaniyetli adımlar atması zaruridir. Aksi takdirde, İran’daki kaosun Türkiye’nin iç meseleleriyle birleşmesi, istenmeyen ve kontrol edilmesi güç bir senaryoya yol açabilir. Bu nedenle, Türkiye’nin stratejik bir vizyonla hareket etmesi, hem bölgesel istikrar hem de ulusal çıkarlar açısından kritik bir gerekliliktir.