Hamas’ın Ekim 7’de başlattığı saldırı, İsrail’e büyük zarar verme hedefiyle yola çıkmıştı, ancak sonuç tam tersi bir yönde şekillendi. Bu saldırının ardından İsrail ve ABD’nin uzun vadeli jeopolitik hedeflerinin önemli bir kısmını gerçekleştirdiğine tanıklık ediyoruz. İsrail, Hamas’ın askeri altyapısını büyük ölçüde yok etti. Gazze’deki stratejik tüneller, mühimmat depoları ve komuta merkezleri yerle bir edildi. Bu süreçte Hamas’ın lider kadrosu önemli ölçüde kayıp verirken, hareketin uluslararası alandaki siyasi desteği de ciddi bir darbe aldı. İsrail’in sert misillemeleri, yalnızca Gazze’yi değil, Hizbullah’ın güney Lübnan’daki ve Suriye’deki pozisyonlarını da hedef aldı. Hizbullah, bu süreçte ciddi kayıplar yaşadı ve İsrail sınırına yakın bölgelerdeki operasyonel kapasitesini büyük ölçüde yitirdi.
Suriye cephesinde ise İran destekli Şii milisler ve Devrim Muhafızları’nın etkisi yok olma noktasına geldı. İsrail’in yoğun hava saldırıları, İran’ın Şii koridoru stratejisinin kritik bir ayağı olan Suriye'deki askeri alt yapıyı tahrip etti. İran’ın burada konuşlandırdığı insansız hava araçları, füze sistemleri ve lojistik üsler, İsrail’in hedef aldığı noktalar arasında yer aldı. Bu durum, İran’ın bölgedeki nüfuzunu zayıflatırken, aynı zamanda Şii milislerin Suriye’deki varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli olan lojistik ve mali kaynakların azalmasına yol açtı. İran, bu saldırılardan sonra Suriye’deki varlığını azaltmak zorunda kalırken, Şii koridoru projesi de büyük ölçüde sekteye uğradı.
Rusya’nın da bölgedeki etkisi bu dönemde gerilemeye başladı. Ukrayna savaşı nedeniyle Suriye’ye olan askeri ve ekonomik desteği zaten zayıflamış olan Rusya, HTŞ ve diğer muhalif grupların Şam’a kadar ilerlemesi sonucunda Akdeniz’deki stratejik limanlarını daha savunmasız bir pozisyonda buldu. Tartus ve Lazkiye gibi önemli limanların İsrail ve HTŞ tarafından doğrudan tehdit edilmesi, Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki gücünü büyük ölçüde sınırladı. Bu durum, ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını pekiştirdi ve Rusya’nın enerji ticareti üzerindeki kontrolünü zayıflattı. Akdeniz’deki bu değişim, aynı zamanda Türkiye’nin enerji ve güvenlik politikalarını yeniden değerlendirmesini gerektiriyor. İsrail, İran’ın Şii koridorunu kapatmayı başardı; ABD ise Rusya’nın Akdeniz’deki stratejik limanlarını kaybetmesini sağladı. Ancak bu gelişmelerin Türkiye'ye etkileri, bir yandan fırsat, diğer yandan tehdit olarak karşımıza çıkıyor.
Esad rejiminin 2012’den bu yana süregelen varlığı, Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından önemli bir engel teşkil ediyordu. Bu durum, özellikle Katar-Türkiye doğalgaz boru hattının hayata geçirilmesini sistematik olarak engellemiş ve Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu artırmasına hizmet etmişti. Ancak, Esad rejiminin ortadan kalkması ve bölgesel güç dengesinin yeniden şekillenmesi, Türkiye için enerji transit merkezi olma yönünde bir fırsat sunmaktadır. Bu durum, yalnızca ekonomik bir kazanım değil, aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel güç projeksiyonunu artırabilecek bir stratejik avantaj niteliği taşımaktadır.
Katar-Türkiye doğalgaz boru hattı, yalnızca ekonomik bir girişim değil, aynı zamanda enerji piyasalarındaki rekabetin en somut yansımalarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupa'ya Rusya’nın doğalgaz tekelini kıracak bir alternatif sunan bu proje, Katar ve Suudi Arabistan’dan gelen doğalgazı Avrupa’ya taşıma hedefi taşımaktadır. Bu hattın devreye girmesiyle birlikte, Ankara hem transit bir ülke olarak ekonomik kazanç sağlayıp hem de enerji diplomasisinde ağırlığını artırmak istemektedir. Özellikle Avrupa’nın enerji güvenliği ve bağımsızlığı açısından hayati önem taşıyan bu proje, aynı zamanda Türkiye'nin stratejik konumunu güçlendirme amacındadır. Ancak, bu projenin beraberinde getirdiği riskleri görmezden gelmek mümkün değildir. İsrail, Akdenizdeki Leviathan gaz sahalarından Avrupa'ya doğrudan gaz taşıma projelerini sürdürerek Katar-Türkiye hattını bir rakip olarak görmektedir. Bu bağlamda, İsrail’in bölgedeki tutumu, enerji projelerini baltalama potansiyeline sahiptir. Şam yakınlarında askeri hedeflere düzenlenen saldırılar, yalnızca Suriye rejimini değil, aynı zamanda bu tür projelerin altyapısını da tehdit etmektedir. Ayrıca İsrail'in son dönemdeki eylemleri, sadece saldırılarla sınırlı kalmamış; Golan Tepeleri'nden daha da iç bölgelere ilerleyerek Suriye topraklarında etkinliğini artırma yönünde bir strateji izlenmiştir. Bu durum, bölgedeki güç dengelerini daha karmaşık hale getirirken, enerji projeleri ve ticaret yolları için ciddi bir güvenlik riski doğurmaktadır. Ayrıca, IMEC (Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Koridoru) projesi de bölgedeki enerji ve ticaret yolları üzerinde rekabeti arttıran bir diğer faktördür. Bu koridor, Hindistan’dan Avrupa’ya kadar uzanan yeni bir lojistik hat sunarak, enerji arzı ve ticaretin yönünü değiştirmeyi amacıyla sunulmuştur. İsrail’in bölgedeki stratejik hedefleri doğrultusunda ve IMEC’in gerçekleşmesi için Gazze’yi ve güney Lübnan’ı tamamen istikrarsızlaştırıp, Suriye’nin toprağı olan Golan tepesinin daha da ötesine ilerleyecektir.
İsrail’in, Suriye topraklarına yönelik bu genişlemeci politikası, hem İran destekli milislerin etkisiz hale getirilmesi hem de bölgedeki enerji altyapılarının denetim altına alınması amacını taşımaktadır. Bu bağlamda, yalnızca Şam çevresindeki askeri hedefler değil, aynı zamanda stratejik boru hatlarının geçiş güzergahları da risk altına girmektedir. Türkiye'nin, bu stratejik hattı koruma altına alması ve İsrail’in bölgesel projelere yönelik müdahalelerini diplomatik kanallar yoluyla engellemesi kritik bir öneme sahiptir. İsrail’in bu tür girişimlerinin devam etmesi halinde, yalnızca Katar-Türkiye doğalgaz boru hattı gibi projeler değil, Türkiye’nin enerji transit merkezi olma hedefi de ciddi tehlike altına girecektir. Türkiye’nin enerji merkezi olma hedefine ulaşabilmesi için yalnızca askeri güç yeterli değil; diplomatik hamlelerle uluslararası arenada destek sağlamak da gerekmektedir. Katar ve Suudi Arabistan ile ilişkilerin derinleştirilmesi, bu ülkelerin projeye yönelik taahhütlerini artırabilir. Aynı zamanda, Avrupa Birliği ile enerji güvenliği ekseninde yeni işbirlikleri kurularak Ankara’nın projedeki rolü sağlamlaştırılmalıdır.
Son gelişmeler ışığında, Ortadoğu’da stabil ve istikrarlı bir devlet olmanın temel kriterleri yeniden hatırlanmalıdır. Ülkelerin sürdürülebilir kalkınması, dışa bağımlılığın azaltılmasıyla mümkündür. Türkiye, enerjiden tarıma kadar birçok sektörde kendi kendine yeterlilik hedefini benimsemelidir; doğal kaynakların etkin kullanımı, yeni enerji rezervlerinin keşfi ve yenilenebilir enerji yatırımları bu süreçte öncelikli olmalıdır. Bunun yanı sıra, toplumsal birliği korumak, dış tehditlere karşı savunma kadar önemlidir. Ortadoğu’da etnik ve mezhepsel bölünmelerin nasıl yıkıcı sonuçlar doğurduğu pek çok örnekle ortadadır ve bu tür ayrışmaların önüne geçmek için Türkiye, eğitim, kültür ve medya politikalarını bu doğrultuda şekillendirmelidir. Ankara, tarihsel bağlarını ve ortak değerlerini hatırlatarak ulusal birliği pekiştiren politikalar üretmeli; ortak bir tarih bilinci ve geleceğe dair ortak hedefler, toplumu bir arada tutan en güçlü bağdır. Bununla birlikte, ülkede daha fazla adalet, hak, hukuk ve demokrasi olmalıdır. Hiç kimse, düşüncesini dile getirdiği için yargılanmamalıdır. Din, ırk ve mezhep ayrımı yapılmadan her vatandaşa eşit haklar tanıyan bir toplum yapısı güçlendirilmeli, böylece bireylerin hakları güvence altına alınırken, demokratikleşme süreci derinleştirilip toplumsal barış pekiştirilmelidir.
Türkiye, önümüzdeki süreçte enerjiden savunmaya, diplomasiden toplumsal birliğe kadar dengeli ve kararlı adımlar atmak durumundadır. Katar-Türkiye doğalgaz boru hattı gibi projeler, yalnızca ekonomik bir fırsat değil, aynı zamanda bölgesel işbirliğini artıracak stratejik bir girişim olarak görülmelidir. Bu tür projelerin hayata geçirilmesi, Türkiye’yi enerji geçiş merkezi konumuna taşımanın yanı sıra, Avrupa’nın enerji arz güvenliğine katkı sunacaktır. Bununla birlikte, Türkiye’nin bölgedeki rolünü güçlendirmek için diplomasiyi önceliklendirmesi, uluslararası işbirliklerini sağlamlaştırması ve bölgesel istikrarı destekleyen yapıcı bir tutum benimsemesi önemlidir. İç politikada ise ekonomik sürdürülebilirlik, adalet ve toplumsal birliğe yönelik reformlar, Türkiye’nin hem kendi içinde güçlenmesine hem de bölgesel ve uluslararası arenada etkili bir aktör haline gelmesine katkı sağlayacaktır. Bu yaklaşım, abartıya kaçmadan, Türkiye’nin mevcut potansiyelini gerçekçi ve sürdürülebilir şekilde kullanmasını mümkün kılacaktır. Denge odaklı bir vizyonla hareket eden Türkiye, hem bölgesinde hem de küresel düzeyde etkin bir aktör olma yolunda ilerleyecektir.