Ortadoğu, yalnızca enerji kaynaklarının zenginliğiyle değil, bu kaynakların kontrolü üzerinden şekillenen siyasi ve askeri mücadelelerle de dünya gündeminin merkezinde kalmaya devam ediyor. Suriye’de yaşananlar, bu mücadelenin en görünür örneği olarak öne çıkıyor. ABD’nin, PKK/YPG/SDG yi kullanarak Suriye’nin kuzeydoğusundaki petrol kaynaklarını kontrol altında tutması ve bu kaynakları bölgedeki nüfuzunu güçlendirmek için bir araç haline getirmesi artık herkesin malumu. SDG, Deyrizor’daki petrol sahalarını bir finansman ve güç aracı olarak kullanırken, ABD’nin bu desteği sayesinde bölgedeki hâkimiyetini pekiştiriyor. Bu durum, yalnızca enerji politikaları açısından değil, aynı zamanda bölgedeki siyasi dengeler ve Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından ciddi sonuçlar doğuruyor
Bugün Hama’nın düşmesi ve HTŞ’nin Humus/Şam istikametine doğru ilerlemesiyle Suriye’deki savaş yeni bir aşamaya geçiyor. Hama, Esad rejiminin elindeki stratejik şehirlerden biriydi ve Şam’a açılan kritik bir kapıydı. Ancak dikkat çekici olan, Hama-Humus-Şam hattında ilerleyen HTŞ’nin Rusya tarafından neredeyse hiçbir şekilde engellenmemesi. Ne lider kadroları hedef alınıyor, ne konvoyları vuruluyor, ne de M-5 otoyolu gibi kritik lojistik noktalar tahrip ediliyor. Bu durum önümüzdeki günlerde bölgede Rusya ve İran güdümündeki Şia grupların neler yapacağını daha da önemli hale getiriyor. Akıllara gelen ilk ihtimal olarak Trump döneminde tartışılan bir konuyu yeniden gündeme taşıyor: Trump ve Putin arasında, Suriye’nin dört parçalı bir yapıya bölünmesi üzerine bir anlaşma mı var? Eğer böyle bir uzlaşı yapıldıysa, bunun Ukrayna’daki gelişmelerle bağlantısı olabilir mi? Rusya, Suriye’deki kontrolünü gevşetirken, Ukrayna’daki işgal ettiği bölgelerin kendi toprağı olarak tanınması konusunda ABD’den kesin bir onay mı aldı?
Suriye ordusunun Hama’daki hızlı çöküşü de üzerinde durulması gereken bir başka mesele. Esad rejimi, ordusunun eğitimsizlik, disiplinsizlik ve motivasyon eksikliği nedeniyle kontrol ettiği toprakları birer birer kaybediyor. Hama’nın ardından Humus’un da HTŞ’nin eline geçmesi halinde, Şam’ın savunulması neredeyse imkânsız hale gelecek. Bu, Esad rejiminin çöküşünü ve Suriye’nin fiilen parçalanmasını hızlandıracaktır. Eş zamanlı olarak İsrail ve ABD destekli grupların pozisyonları da dikkat çekici. İsrail, Golan Tepeleri üzerinden Şam’a doğru ilerleme kapasitesini artırırken, Ürdün sınırındaki ABD destekli radikal grupların da doğudan Şam’a hareketlenebileceği konuşuluyor. Bu gelişmeler, Suriye’nin tamamen parçalanmasının ve Esad rejiminin tarihe karışmasının an meselesi olduğuna işaret ediyor. Rusya’nın Suriye’deki bu gelişmelere karşı pasif tutumu, bölgedeki dengeler açısından kritik bir soru işaretine dönüşmüş durumda. Rusya, yıllardır Esad rejiminin en büyük destekçisi olmasına rağmen, son dönemde Suriye’deki çatışmalarda neredeyse sahada yok gibi görünüyor. Bu durum, Moskova’nın enerji ve güç odağını Suriye’den Ukrayna’ya kaydırmış olabileceği veya Suriye’yi bir pazarlık kozu olarak kullanıyor olabileceği ihtimalini güçlendiriyor.
Tüm bu yaşananlar, Türkiye’yi giderek daha karmaşık bir tabloyla karşı karşıya bırakıyor. Suriye’nin kuzeyinde ABD destekli YPG/SDG’nin varlığı ve bu yapının enerji gelirleriyle güçlenmesi, Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit eden en büyük unsurlardan biri. YPG/SDG’nin kontrol ettiği bölgeler yalnızca Türkiye’nin sınır güvenliğini değil, aynı zamanda enerji hatlarının geçiş yollarını da doğrudan etkiliyor. ABD, Suriye’nin kuzeydoğusunda hem sahadaki petrol gelirlerini yönetiyor hem de YPG/SDG’yi güçlendirerek bölgeye yönelik uzun vadeli planlarını uyguluyor. Bu durum, Türkiye’nin yalnızca askeri değil, enerji politikalarını da zora sokan bir tehdit olarak karşımıza çıkıyor. Buna ek olarak, Suriye’nin güney ve doğusundaki hareketlilik, radikal grupların güç kazanması ve İsrail’in Golan Tepeleri üzerinden artan baskısı, Ankara’nın sınır güvenliği politikalarını doğrudan etkiliyor. Türkiye, bu tabloya karşı çok boyutlu bir mücadele yürütmek zorunda kalıyor.
Bölgedeki bu tabloyu anlamlandırmak için Türkiye’nin enerji politikalarına bakmak gerekiyor. Türkiye, Ortadoğu’daki enerji koridorunda kilit bir ülke olma hedefini sürdürürken, alternatif enerji rotaları ve projelerle karşı karşıya. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri olan Musul-Hayfa petrol boru hattı, bölgedeki rekabetin tarihsel bir sembolü haline gelmiş durumda. 1930’larda İngiliz mandası altındaki Irak’tan başlatılan ve İsrail’in Hayfa limanına uzanan bu boru hattı, o dönemde Avrupa’ya enerji sevkiyatı için kritik bir rota olarak inşa edildi. Hattın Musul’dan başlayarak Suriye üzerinden Hayfa’ya ulaşması, o dönemde İngiltere’nin bölgedeki hâkimiyetini pekiştiriyordu. Ancak İsrail’in kuruluşu ve bölgede artan gerilimler nedeniyle bu hat 1948’de devre dışı bırakıldı. Bugün ise, bu hattın yeniden canlandırılması veya benzer alternatif rotaların oluşturulması tartışılıyor.
Musul-Hayfa petrol boru hattının güzergâhı, Türkiye açısından hayati öneme sahip. Hattın yeniden işler hale gelmesi durumunda, Irak’tan çıkacak enerji kaynaklarının doğrudan Hayfa limanına yönlendirilmesi söz konusu olabilir. Ancak bu güzergâh, büyük ölçüde ABD’nin kontrol ettiği bölgelerden geçiyor. Suriye’nin kuzeyinde YPG’nin kontrolünde olan alanlar, hem bu hattın potansiyel güzergâhı üzerinde hem de Kerkük-Musul petrolleri gibi kaynakların aktarımında kilit rol oynuyor. ABD’nin Suriye’deki varlığı, bu rotaların Türkiye’yi bypass ederek Akdeniz’e ulaştırılmasını sağlamak üzere şekilleniyor. Özellikle Süleymaniye doğalgazı gibi alternatif enerji kaynaklarının da benzer şekilde Türkiye yerine başka güzergâhlara yönlendirilmesi, Ankara için ekonomik ve stratejik bir tehdit oluşturuyor.
Bu enerji rotalarının kontrolü, sadece ekonomik kazanç anlamına gelmiyor. Bu kontrol, aynı zamanda bölgedeki siyasi hâkimiyetin de anahtarı niteliğinde. Türkiye, bu bağlamda hem kendi enerji ihtiyacını karşılamak hem de bölgesel bir enerji koridoru olarak kalıcı bir rol oynamak istiyor. Ancak ABD’nin YPG üzerinden yürüttüğü politikalar, Irak ve Suriye’deki petrol ve doğalgaz kaynaklarının Türkiye’ye gelmeden Akdeniz’e ulaşmasını hedefliyor. Bu durum, enerji kaynaklarının kontrolü üzerinden yürüyen rekabetin yalnızca ekonomik değil, siyasi ve askeri boyutlarının da olduğunu gösteriyor.
Musul-Hayfa petrol boru hattı ve benzeri projeler, Türkiye’nin bölgesel güç olma iddiasını test eden girişimlere dönüşüyor. Türkiye’nin bu hatları kendi lehine çevirebilmesi, yalnızca diplomatik müzakerelere değil, aynı zamanda sahadaki askeri ve stratejik gücüne bağlı olacaktır. YPG’nin enerji kaynakları üzerindeki hâkimiyeti, ABD’nin bölgedeki kalıcı varlığı ve Suriye’deki karmaşa, bu rekabetin Türkiye’nin önündeki en büyük engelleri olarak karşımıza çıkıyor. Bölgeye yönelik tüm bu girişimler, enerji ve güvenlik politikalarının ne kadar iç içe geçtiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Sonuç olarak, Hama’nın düşmesi, YPG/SDG’nin Suriye’deki enerji sahalarındaki etkinliği, ABD ve İsrail’in Suriye’deki hesapları, tüm bunlar Türkiye’nin bu büyük enerji ve jeopolitik rekabette daha stratejik adımlar atmasını zorunlu kılıyor. Ortadoğu’da enerji kaynaklarının kontrolü kadar, bu kaynakların kimlerin elinde olduğu da geleceğin jeopolitik haritasını şekillendirecek. Türkiye, önümüzdeki aylarda bu denklemde kendi yerini korumak ve güçlendirmek için hem askeri hem diplomatik adımlarını çok dikkatli atmak zorunda kalacaktır.